Azimet Karaman

“SÜMERANA”DAN OĞULA, OĞULDAN TORUNLARA “SUSKUNLUK”UN ŞARABİ HÜZNÜ HEYKELLER! (*)
ALİ EKBER ATAŞ


İran ekininin önemli düşünürlerinden Sadi Şirazi (d. 1193, Şiraz - ö. 1292, Şiraz) “Gülistan” adlı eserinin bir yerinde şöyle der:
“İki şey karartır ruhumuzu. Konuşacağımız yerde susmamız, susmamız gereken yerde konuşmamız…”
Sanırım bugünkü Türk aydınına söylenmiş bu sözler daha çok… 

Azimet susmanın, “pısmak, korkmak, meydanı boş bırakıp kaçmak” olmadığını çok iyi bilir. O susmanın erdemine inanmış, genç sanat yaşına karşın, Anadolu dervişliği hırkasını çok erken yaşlarda sırtına geçirmiş biridir. Sanırım bu hırkayı, annesi örüp giydirdi sırtına ve kendisine de çok yakışmış. Çünkü bütün kadın heykellerinde bu hırkanın yaydığı aydınlıklarla buluşuruz…

Yüreğini, gereksiz yerlerde, gereksiz durumlarda konuşarak karartanlarla olmak yerine, susarak, yüreğini üretimin, sanatsal üretimin o uçsuz bucaksız, yaratıcı ve büyük yalnızlığında, kadın tenini ahşapla buluşturan, çamurla yoğurup bilincin estetiğinde bir dışlaştırmaya dönüştürür. Ve yüreklerimizi heyecanla içinde…

Sevincimiz gözümüze vurur, kadın heykellerine bakarken. Azimet Karaman konuşulacak yerlerde, sanatçı kimliğinin ona yüklediği o büyük sorumlulukla, sözcükleri seçerek, Anadolu kadınının, yastık başlarına işlediği o el işi göz nuru nakışların, örgelerin (motif), dantellerin saflığında dikenlerinden arındırarak heykellerinde bir varlığa dönüştürerek sunar bize. Asıl olan, Azimet’in çocukluğundan beri “aka birike, birike çoğala“ getirdiği bu sessiz, ağırbaşlı kişiliğinde yaratıcı büyük yalnızlığını bir “anlam”a dönüştürebilmedeki becerisidir.

O, sevilmeden önce sevmeyi, ağlatmadan güldürmeyi, almadan önce vermeyi bir ilkeye dönüştüren, sanat için çok genç yaşta da olsa, ustalaşmayı, çocuk kalarak başaran, bunu Anadolu dervişi kimliğiyle örtüştüren ender heykeltıraşlarımızdan biri. Edasında “Topraktan öğrenip kitapsız bilen” bir “Sümerana”nın bilge nakışları yer alır. 

Azimet’in bütün kadın figürlerinde yüzler bilinçli olarak silik, bellisiz, yalın, derinlemesine oylumlanmadan, heykel sanatının kendi estetik dünyasında yeniden stilize edilmiş ve ona, kendi özgün yorumuyla yeniden bir görünüm ve boyutlandırma verilmiş duruşlarında hep “anne sessizliği” vardır. Bu sessizlikte bir kabullenilmişlik yok. Aksine, yetiştiği kültürel iklimin, dayatmadan uzak, kadına, insanın en değerli varlığı olarak bakıp görmenin, ona yüklediği vakur ve “bereketana” sabrının kucaklayıcı olgunluğuyla buluşturulursunuz. Hangi heykeline dokunsanız, annesinin varlığıyla yokluğu belli olmayan o derin sessizliğiyle kendisini koruyan bir anne figürü bulursunuz. Sözsüz konuşmalarınız başlar. Gözleri olmayan gözlerinde, ağzı almayan ağzında, kulağı olamasa da bütün dikkatiyle sizde olan bir anne. Siz, bir hiçlikten, ham olarak çıkıp geldiniz. Bir varlığa dönüşmek için geldiniz. İçinizde esir alındığınız hırsalarınızdan kurtulup benliğinize kavuşmak için geldiniz. Dervişlik hırkasını değil, lakin, hamlığınızı bu çilehanede pişirip, oldurup derviş edasında yanmaya geldiğinizi bilirsiniz. O bir tas suyla dikilir karşınıza. Duruluğun, saflığın, arılığın timsali ve gönül kapılarını ardında değin…

Elbet ki susmanın sebepleri var. Kimi zaman insan sözlerin kalabalık ve kabalık aymazlığında, ”diyaloğa başlayıp monoloğa dönüşen” çaresizliğini yaşar. Susarak bağırmak en etkin yolunuz olur. Susarak ceza keser, susarak yanıt verir, susarak bastırırsınız kabalıkları. Azimet’in bu “suskunluğunun” yapıtlarına yansımış olmasının, yakından bildiğim ikinci bir nedeni de, şimdiki sanatçı kimliğini hep bastırmasına zoraki izin verdiği İstanbul yaşamında saklı. Hemen aynı süreçleri ve aynı koşulları yaşamışlığımızdan bilirim. Yakından bildiğim bu yaşamın, nasıl dolması gerektiğini kendisinin bileceği ve bunu, suyu taşırmayan bir gül yaprağına dönüştürmesindeki ustalığa ermesi, hiç de kolay olmadı. Heykellerindeki bu dingin “suskunluk”, her davranışında ayrı bir dervişçe yaşanmışlık saklar. Yunusça “hamlığın”, “pişmişliğin” ve “olmuşluğun” anacıl suskunluğun yürek vuruşlarında, anasal bir kuşatılmışlığın izlerini sürersiniz. O bunu kabul eder, etmez, bilemem, ne ki ne zaman Azimet’in heykellerinden herhangi birsiyle karşılaşsam, annesiyle konuşur gibiyim. Yüzünde bütün yılların yorgunluğu. Kederlerin derinleştirdiği yüz hatlarından geçerken, ışıl ışıl olurum. Ana yüreğinin, bu oğul için ayrı atığını duyarım. Çünkü ana da farkındadır, çok zorlu yaşamlardan geçip gelirken, her çocuğuna aynı sevgiyi sunmasına karşın, Azimet’in doğasından gelen nitelik ve özelliklerinden ötürü kendisinin bir benzeri olduğunun. Onun artık bu dünyada olmayan varlığının yerine, o; nesneleşen, yer, zaman, mekân ve uzam içinde yeri olan bir varlığa dönüştürmüş.

Tanık olmuşumdur. Annesinin Azimet’e bakarken, ona “oğlum” derken yüzünün aldığı hali. Sesinin kuşandığı rengi hep olgun, hep toprak rengi ve ahşap sıcaklığındadır. Bana öyle geliyor ki Azimet, doğanın bu iki nesnesini seçerken; ahşabın sıcak ve kolay işlenirliğini, toprağın/çamurun karılmadan daha, kendisini biçim almaya hep hazır etmesi, bir anne duyarlığı ve anne sıcaklığını ona getirmesinden. Ölümün, canlı yaşamında, her an erken olduğu bilinir de önüne geçilemez. Hayatınızda bir şeylerin hep eksilmesini sağlarken, bir yanımıza da farkında olmadan bir şeyleri doldurduğunun çok azımız farkındadır. Bunun farkında olan Azimet, bunu bir niteliğe dönüştürmede, mekândaki boşluğa müdahalesinde, boşluğun heykellerinin vazgeçilmez tanımlayıcısı ve tamamlayıcısı olduğunun farkında. Heykellere uzun ömürlü yaşamlar ekleyerek sunması bundan.

Kimi, sözlere yüklediği anlamla sonsuzlaştırır bunu. Notaların seslerini matematiksel oluşumla bir araya getirip, aklın ve mantığın, dahası matematik biliminin sistematik bu soğukluğunu, duygunun varlığında eritip birer müzik eserine dönüştürüp insandaki duyguyu edimleştirerek yapanlar var. Resmin, salt çizgi, renk ve biçimden oluşmadığını, dünyayı ve insanı sorgulayan, insanı, dünyada olup bitenler konusunda harekete geçiren güçlü ve kalıcı etkiler bırakan değiştirici niteliklerini yaşamımıza katanlar var. Picasso ve “Guernica”sında olduğu gibi. 

Son olarak: 
Azimet’in heykellerinden yansıyan ve bizi etkileyen o büyü, estetik haz “Sümeranadan oğula oğuldan torunlara, “suskunluk”un şarabi hüznüdür. 
“Hüzün ki bize en yakışandır/Biz ki en çok ondan anlarız”.
Başa dönersek:
Bu “suskunluğu”; alçakgönüllüğü üretkenlikle, hoşgörüyü ustalıkla, (unutmadan; çocuksu duyarlığı yüksek bir ustalık bu!) bireştiren yaratıcılığın bir yansımasıdır, “Azimce” azmin heykelleri bunlar…
Ben böyle okudum…


(*) SİNCAN İSTASYONU İki Aylık Edebiyat Dergisi, Mayıs-Haziran 2015, sayı: 77

 

Paylaş:

 

© 2018 - Tüm Hakları Saklıdır. Trend Bilişim / Onur Sanat